İskilipli Atıf Hoca
İskilipli
Muhammed Âtıf Hoca 1876 tarihinde Çorum iline bağlı İskilip'in Tophane köyünde
doğdu. Babası Akkoyunlu aşiretinden Mehmet Ali Ağa'dır. Annesi Nazlı Hanım'ın
vefatıyla altı aylıkken öksüz kalmıştır. İskilipli Atıf Hoca, ilköğrenimini
tamamladıktan sonra Abdullah Efendiden ders alıp tahsilini tamamlamak üzere de
İstanbul'a gelmiştir. Bir medresede eğitime başlamış ve 1902 yılında mezun
olmuştur. Darülfünun'un İlahiyat şubesine kaydolmuş, Fatih Camii'ndeki Ders-i
âmlık ile beraber Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine tayin olmuş ve aynı yıl
içinde Fatma Zahide hanım ile izdivaç eylemişlerdir. Bir yandan Müderrislik
yaparken diğer yandan ise Sebilürreşad mecmuasında yazılar tefrika etmiştir.
İslam âlemine bir nevi ses getiren Atıf Hoca, Balkan Harbi'nde donanmaya
duyulan ihtiyaç nedeniyle milleti donanmaya teşvik etmiş, fakat Mahmut Şevket
Paşa suikastını fırsat bilip bütün muhaliflerini toplayan zihniyet, Atıf
Hoca’yı da bu gruba dâhil ederek Sinop'a sürgüne göndermiştir. Oradan Çorum'a
ve Sungurlu'ya havale edilmiş güya "yanlışlık yapıldı" özrüyle geri
İstanbul'a dönmesine izin verilmiştir. Kemalist sistemin Müslümanlara yaptığı
zalimlikler, başladığından beri hiç durmadı ve İskilipli Atıf Hocanın hüznüne
de hüzün katacak, onu ipe kadar götürecekti bu hain zihniyet. Medresedeki
Müderrisliğine kaldığı yerden devam etmiştir tekrar. Amerika'dan gelen bir
heyet Hocanın ilmine hayran kalmış, ilminden faydalanmak için Amerika'ya da
davet etmişlerdir. Atıf Hocanın ilmi bütünlüğü ve zekâsı ülkelerce de tanınmış ve
müsteşrik hayran kitlesi de olmuştur.
1920
yıllarında Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Saffet Efendi ve Said-i Nursi'nin de
bulunduğu üyeler arasında "Müderrisler Cemiyeti"ni kurmuştur.
1924
yılında, kompleksli Batı taklitçilerinin, toplumun örfüne alenî olarak
uymayanların, İslam mefhumunu kaybetmiş kişilerin, statükocu memurların,
üstlerindeki kölelere köle olanların, halk ve emniyet mensuplarının hoş
karşılamadığı ve zalimane işlerde bulunulduğu bir dönemde "Frenk
Mukallitliği ve Şapka" adlı eserini neşretmiştir kahraman Atıf Hocamız.
Atıf Efendi, 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz,
hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir Batı taklitçiliği
olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet
veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil
(bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i
Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan
onlardandır.” hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü
veriyordu:
“Bir
Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz
giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit
etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”
Atıf
Efendi kitabını neşrettikten sonra eseri için şunları söylemiştir: “Risalede
şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i
Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme
ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.”
1925
yılı sonlarında çıkan "Şapka kanunu"na muhalefetten ise tutuklandı.
Giresun'daki engizisyon ihtilal mahkemesinde sorgulanan Atıf Hoca, eserinin
"şapka kanunu"ndan bir sene sonra çıktığını ispat edince, İstanbul'a
getirildi, fakat 1926 yılında Ankara'ya İstiklal Mahkemesi'nce tekrar
yargılanmak üzere gönderildi. O zamanlar da Erzurum, Giresun, Sivas ve bir kaç
ilde şapkaya karşı hareketler yapılmıştı. Bu hareketlerde Atıf Hocanın rolü
olduğu düşünülerek soruşturmalar başlatılmıştı. Burada devrin mütefekkir
kahramanlarına yapılan ithamların aynı yerden yapıldığını göstermek ve
kaderlerinin de aynı acıda olduğunu bir nebze gösterebilmek babından şu iki
hadiseye değineceğim: Üstad Necip Fazıl Kısakürek, arkadaşının işlediği suçtan
dolayı mahkemede yargılanmaktadır. Üstad, hâkime şu cevabı verir: Şekspir'in
kıskançlık eseri olan Othello eserini okuyan bir adam, o eserden etkilenerek
hanımını öldürse, bundan Şekspir mi suçludur? Üstadın hapis hayatında zalimce
karşılaştığı birçok yargılar olmuştur. Aynı şekilde Mütefekkir Salih
Mirzabeyoğlu da İskilifli Atıf Hoca gibi eserleri ve fikirlerinden dolayı bugün
zindandadır. Bazılarında "devrin İskilipli Atıf'ı" denilen
Mirzabeyoğlu'nun eserleri de bugün gizli şekilde büyük bir ilgi görüyor ama bu
komplekslerinden, korkaklıklarından, Müslüman bir mazlumun yanında
olamadıklarından dolayı dışarı aksettirilmiyor, çıkarılmıyor. Evet, Atıf
Hocanın kıymetini Batı'dan gelen müsteşrikler bilirken, Kemalist rejimin
diktalığı ve Mirzabeyoğlu'nun eserlerine -kimler gerçek manada talib olur
bilemeyiz ama- şimdiki rejimin de Kemalist rejimin yaptığı şekilde bizzat
zatına ve eserlerine değer vermemesi de hâlâ robotlaşmış algıların aynı
hegemonya içerisinden çıkamadığını, İslama muhatab olmayan kof bir sistemle
yine resmi ideolojiyi beslediğinin farkında olmadıklarını gösterir. İskilipli
Atıf Hoca’yı ilk defa kamuoyuna tanıtan Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin
Din Mazlumları” adlı eseri olmuştur. Oradan kısa levhalar takdim edelim: “Atıf
Hoca’ya belki makamların en üstünü olan üç ayaklı sehbanın hazırlanmakta olduğu
günlerde, Kırım Müslümanların reisi İstanbul’a gelmiş, Atıf Hoca’yı Kırım’a
davet etmiş ve kendisine Evkaf Nezaretiyle beraber Kırım’daki bütün dinî
müessiselerin ıslahı işini sunmuştu. Fakat Atıf Hoca, bu teklife, benzerlerine
verdiği cevabla mukabele etmişti: -Vatanımdan ayrılamam! İslami kalkınma
davasının ilk merkezi Türkiye’dir. Başka bir yer olamaz!
Atıf
Hoca, yalnız ezberleme bir ilimle değil, o ilmin tefekkür hassası ve en ince
hikmetleriyle de doluydu. Yâni gerçek ve derin mümin…”
“Atıf
Hoca, aynı zamanda İslami ruhun büyük hamle ve hareket (aksiyon) mizacına da
sahip… ‘Teâli-i İslam: İslâm’ın Yükselişi’ isimli bir cemiyet kurmuş ve
İzmir’in Yunanlılarca işgalinde ilk protesto sesi bu dernekten yükselmiştir.
Atıf
Hoca, bu derneğin kurucusu ve reisi sıfatıyla, yanına o devrin din âlimlerinden
bir heyet alarak, işgal altındaki İstanbul’da bulunan İtilaf kuvvetleri
mümessillerine gidiyor. Yunanlıların İzmir’i işgal etmelerini şiddetle protesto
ediyor ve istilacıların çehrelerini hayret ve dehşet çizgileriyle dolduran şu
sözleri söylüyor: -Kötü politika yüzünden zebun düşmüş bir milletin zaafını bu
dereceye kadar istismar etmek, hiçbir din ve insaf ölçüsüne sığdırılamaz!
Gayeniz, Türk milletinin şahsında İslam’a darbe vurmaksa bunu açıkça bildiriniz
ki, biz de ona göre başımızın çaresine bakalım!”
Konumuza
dönersek, uzun soruşturmalar ardından, zan ile dolu olan iddianameyi okumuş ve
delilsiz, mesnetsiz bir şekilde yargılayıp 10 yıl ile 5 yıl arası bir kürek
cezasına çarptırılır. Duruşma yeniden ertelenmiş ve hüküm 1926 yılında Şubat
ayının üçüncü çarşamba günü müdafaaların dinlenmesinden sonra mahkeme Atıf
Hocanın idam kararını vermiştir. İdam kararı esnasında Atıf Efendi, Mevlevi’ye
şunu fısıldar: “Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız.”
Muhakemeyi
takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir mahkeme zulmüne olan tanıklığını şöyle
anlatıyor: “Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu.
Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o
sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla
da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu.
Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor
ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat,
bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir
tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı.
Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak
geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken
gene dudakları kımıldıyordu.”
Mahkemeye
getirildikleri bir gün kendisiyle görüşebilen dostu Tahir-ül Mevlevi, bu durumu
şöyle anlatmaktadır. “Burada Atıf Efendi ile bir parça konuşabildim. Teali-i
İslam Cemiyeti’nin Anadolu’ya hiçbir beyanname göndermemiş olduğuna dair Vakit
gazetesi ile yapılan ilanın para kesesinde gizlediği maktuasını (makbuzunu)
mahkemeye gösterdiğini, beyanname cürmünden (suçundan) cemiyetin berî (uzak)
olduğuna dair heyete kanaat geldiğini, şapka risalesini kanunun neşrinden bir
buçuk sene evvel tab’ettirmiş (yayınlattırmış) olduğunu, ikinci defa basılmak
şöyle dursun, ilk tabının tamamıyla satılmadığını ispat eylediğini haber verdi.
-
“Sonunu nasıl görüyorsun?” diye sordum.
-
“Cürüm bulunmadı ki ceza verilsin. Tabii beraat umuyorum” dedi. Birkaç gün
münferit (hücre) koğuşuna konulmuşken oradan çıkarılıp 8. koğuşa getirilmiş
olmasını da beraatine delil saydığını söyledi.
-
“Benim için ne düşünüyorsun?” dedim.
-
“Ben Şapka risalesini yazmışken beraat ümidini beslersem, sen onu hakk-ı
sarihin (kurtarıcı) bilmelisin” cevabını verdi.
-
“İnşallah öyle olur.” mukabelesinde bulundum.
Hoca
hakikaten kurtulacağımıza ümid veriyor, bizim mahkemeye verilişimizin vehimden
ileri geldiğine, biraz da o vehmi İstanbul polis idaresinin körüklediğine kani
bulunuyordu.”
Hoca
Efendi’nin bu ümidi maalesef doğru değildi. Mahkeme bir suç bulabilmek için
adeta yırtınıyordu. İşte mahkemeden bir sahne:
Atıf
Hoca:
-
“Belgeyi arz ediyorum. Vakit Gazetesi’nin 1034. nüshasında tekzibnamem (tekzip
– yalanlama) duruyor. Şimdi bu durup dururken, bendenize vesika (evrak) sormak
bilmem nasıl olur?”
-
“Sen bu tekzipnameyi (ancak) bir gizli maksat için yaparsın.“
-
“Ne maksadı beyefendi?“
-
“Çünkü gördünüz ki, bunlar Yunan tayyareleriyle (uçak) atıldı ve aksi tesir
yaptı. Anadolu halkı Milli mücadeleye daha fazla destek vermiştir. Siz de bu
kötü durumdan kurtulmak için bunu yaptınız.“
-
“Eğer öyle olsa idi, onlarla beraber olurdum, cemiyete devam ederdim. Halbuki
devam etmedim. Bu da bir delildir. Eğer bu düşünceniz akla gelebilirdi.“
-
“Sus! Bizi çileden çıkarma! Hürriyet ve İtilaftan ve Mustafa Sabri’den destek
alarak bu cemiyeti kurduğun buradan belli oluyor. Sen hala onlardan ayrıyım
diyorsun. Biz budala olmalıyız ki, bu sözlere inanalım. Bol bol atıyorsun.
Çıkarın.“
Mahkeme,
Hoca Efendi karşısında aciz kalmış bu da onları iyice asabileştirmiştir. İşte
bir başka numune:
Atıf
Hoca:
-
“Beyefendi; bendeniz, zat-ı âlinize (size) resmî belge sundum ve Ferid Paşa
hükümetine karşı kalemimle mücadele ettiğimi açıkça ispat ettim.“
-
“Ne ile ispat ettin? Sıkılmıyor musun, bunu nasıl söylüyorsun? Biz senin
söylediğin sözlere inandık mı? İnanmak mecburiyetinde miyiz?“
Atıf
Hoca:
-
“Vakit Gazetesinin 1134. nüshasında ki tekzibi kim yazdı?“
-
“Ben de sana cevap verdim, bunu din perdesi altında kötülüklerinize daha fazla
devam etmek için yaptınız.“
-
“Beyefendi ben deli olmalıyım ki, kendi yaptığım işleri kendim yalanlayayım.“
-
“Cemiyet namına rol yapıyorsunuz. Sana sorarım. Tüzüğünüzde vatan müdafaasına,
mücadeleye dair ufak bir madde, bir fıkra göster.“
-
“Beyefendi bu bir hayır cemiyetidir.“
-
“Sus, sus; bir parça utan! Saçın, sakalın ağarmış, utanmak nedir zerre kadar
bilmiyorsun.“
Mahkemeye
dair bazı hatıralar da şöyle; O sıralar adi bir suçtan Ankara İstiklal
Mahkemesi’ne verilen bir zat bir mahkeme arasında şahit olduğu manzarayı şöyle
anlatıyor: “Atıf Hocayı getirdiler. Kılıç Ali, Kel Ali ve Necip Ali ayağa
kalktılar. Ellerinde şapkaları da var. Atıf Hocaya: “Hocam, bunu giymekte bir beis
yoktur deyiver.” dediler. Fakat Atıf Hoca: “Hayır” dedi.
Bolu’lu
Nizamettin Saraç bey anlatıyor: “Zannedersem 1926 veya 1927 seneleriydi. O
sıralarda vazifem icabı Ankara’da bulunuyordum. Genç olmama rağmen İstiklal
Mahkemeleri’ni takip için verilen vesikalardan birini elde etmiştim. Bununla
imkân buldukça celseleri (duruşmaları) takip ediyordum. Bir tesadüf eseri
olarak Atıf Hocanın muhakemesinde de bulundum. Muhakemeyi, reis sıfatıyla Kel
Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yürütüyordu. Büyük bir hışımla Hocaya dönerek:
“Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!” dedi.
Hoca,
sakin ve vakur (ağırbaşlı) bir tavırla: “Evet efendim. Şapka kanunu çıkmadan
iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi (giysisi) olmadığına dair bir
risale yazmıştım.” dedi. Kel Ali: “Şimdi ne yapıyorsun?” diye sordu. Hoca:
“Kanunlara itaat ediyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle
bağırarak: “Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir?” deyince Hoca
sükûnetle: “Evet biliyorum, ancak hey’et-i hakimin (hakim heyetinin) arkasındaki
bayrak da bezdir, lütfen o bezi kaldırınız da yerine bir
İngiliz
bayrağı asınız.” karşılığını verdi. Kel Ali hiddetlenmişti. “Ne diyorsun?” diye
bağırdı. Hoca: “Şapka bir alamettir; âdet ile alamet arasındaki farkı düşünerek
o risaleyi yazmıştım.” dedi. Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını
yapmak için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.”
İdamı
ise şöyle:
Ali
Tahmilci bey, Hoca Efendi ile aynı cezaevinde yatan amcası Hasan Tahmilci beyin
anlattıklarını şöyle naklediyor: “Mahkemeler bitmiş, kararlar verilmiş, her şey
belli olmuştur. Hücrelerine çekilen hükümlüler, infaz anını bekliyorlar. Sırası
gelenlerin kimisi kapıyı şaşırır, bacakları titrer, yürümekte güçlük çekermiş.
Derken, sıra merhuma gelmiş. “İskilipli Mehmed Atıf” diye bağırmış bir görevli.
Hoca, metin ve mütevekkil… Ağır adımlarla, vakar içinde, dualar mırıldanarak
yürümüş sehpaya.”
O
gece, hanımının gördüğü rüya şöyledir: “Bahçemizde, kızı ile birlikte dikmiş
olduğu çam ağacının dibinde Hoca abdest almakla meşguldü. Kızı Melahat ona su
döküyordu. Abdestini aldıktan sonra doğrulan hoca bize; “Ben artık gidiyorum.
Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun” diyordu…
Nuri
Saraç bey, Atıf efendinin mübarek nâşını, idamının ertesi günü görenlerden:
“Garip bir tesadüf ki, Hocanın muhakemesinin bittiği günün ertesi günü, onu
asılmış vaziyette, eski Meclis’in avlusunda, iri yarı gövdeleriyle ve normal
ebattan daha uzun bir darağacında sallandığına şahit oldum. Tesadüfen oradan
geçiyordum. Hoca pırıl pırıl parlayan sakallı ve nurani yüzüyle, sanki hiçbir
şey yokmuş gibi sallanıyordu.”
Onu
İdam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül Mevlevi’dir.
Mahkemeden beraat alan Tahir bey, o gün Ankara’da kaldığı otelde, geceyi üzüntü
ile geçirir ve sabah namazı sonrası dışarı çıktığında eski Meclis binasının
önüne gelince, ciğer parçalayan manzaraya o da şahit olur. Gerisini kendi
kaleminden takip edelim:
“Birdenbire
gözüme ilişen bir manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis
önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da beyazlar
giydirilmiş iki vücut çekilmişti. Yüzleri diğer tarafa müteveccih olan
(yönelmiş) bu cesetlerden birinin Atıf Efendi olduğu, boyunun uzunluğundan ve
hâlâ görünen metin vaziyetinden anlaşılıyor; o refi (yüksek) vaziyetiyle
merhum, hayatındaki halinden yüksek görünüyordu. Bilâ ihtiyar (elinde olmadan)
gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı
(taziye konulu kaside beyti) olan:
“Uluvvün
fi’l hayati ve fi’l memat / Le-hakkun ente ikdü’l mucizat” (Sen hayatta da,
ölümünde de yücesin. Gerçekten sen mucizelerden birisin) beyti döküldü.”
Cevdet
Soydanses Bey de şunları ifade etmekte; “Atıf Hocaya İttihatçılar da düşmandı.
Sanırım idamında İttihatçıların bu eski kininin rolü de olmuştur. İdam edileceği
sırada başında sarığı varmış. Kılıç Ali de orada… Kılıç Ali, ağır bir söz sarf
etmiş ve “Alın şu herifin başından sarığı” demiş. “Son sözün ne?” diye
sorduklarında, sadece “kelime-i şehadet” getirmiş… Atıf Hocayı astıklarında
kimsenin sesi çıkmadı. Diyanet işlerinde çok yakın arkadaşları vardı. Onlar da
sustu. Kimse konuşamadı.”
İskilipli
Atıf Hocanın idamından sonra ailenin durumunu Üstad’ın “Son Devrin Mazlumları”
kitabından anlatalım: “…Ertesi gün gazeteler hâdise hakkında adeta ketumdurlar.
İç sahifelerde, birkaç satırdan ibaret kupkuru bir haber: “İrtica kitabları
müellifi olup, istiklal mahkemesince idama mahkum olan İskilipli Atıf Hoca ile
Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca haklarındaki İdam kararı bu sabah infaz
edilmiştir.”
Üstad
Necip Fazıl Kısakürek ise, İskilipli Atıf Hoca’nın idamının ardından gelişen
hadiseleri şöyle anlatır:
Dünya
tarihinde bir ihtilal mahkemesinin, daima bire on isteyen savcısına aykırı
olarak, isteğe nisbetle bu kadar ağır ceza verdiği ilk defa görülüyor. Atıf
Hoca’yı tanıyanlara teessür çok büyük oldu. Hiç kimse kendi öz evinin katil
eliyle can veren ölüsüne bu kadar ağlayamaz! Bu kadar da kaatillere lanet
etmez!!!
Büyük
şehidin Lâleli’deki evinde manzara: İdam sabahı henüz eve gazete girmeden,
Şakir Efendi isimli bir kitapçı kapıyı vuruyor ve Zahide Hanım’la görüşmek
istiyor. Kapıda Şakir Efendi’yi görünce baygınlık geçiriyor. Kızı Melahat
haykırıyor:
-Ne
o, kara haber mi?
-Henüz
hiçbir şey yok. Gazetelerde bir şeyler okudum ama bir aman çıkaramadım. Hemen
hapishaneye cevaplı ve acele bir tel çekip tahkik edelim!
Biraz
kendisine gelen Zahide Hanım o gece gördüğü rüyayı dile getirerek Hocanın
asıldığını söylüyor ve tekrar baygınlık geçiriyor.
Şakir
Efendi akşama kadar Lâleli’deki evden çıkmadı. Her kapı açıldığında eve gelenlere
habersiz görünmeleri için işaret veriyordu. Yine kapı çalındı. Posta…
-Telgraf!..
Şakir
Efendi koşarak kapıyı açtı ve telgrafı yırtıp kelimeleri yutarcasına okudu.
Hapishane
Müdürü, Atıf Hoca sanki tabii eceliyle ölmüş gibi şöyle diyordu:
-Hoca
Atıf vefat etmiştir. Cevaben bildirilir.”
Atıf
Hoca’ya yapılan bu büyük zulüm ve haksızlık ve onun nezdinde İslam’a yapılan bu
adiliği hiç unutmayacağız. Hayır! Sadece dilimizde, yüreğimizde, kalbimizde
kalmayacak. “Ya Muntakim Allah, bizi intikamına memur et!” şuurunca zalime olan
intikam ateşimiz bitmeyecek. “Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa”
dönemini çocuklara, gençlere anlatın. Nasıl soysuz ve ruhsuz bir ideolojinin
pençesinde kaldığımızı bilsinler. Şimdi yeni Atıflar zindanda. Çöp ideolojinin
artıklarıyla beslenen devlet adamlarına seslenip yazımı Atıf Hocanın hüzünlü
cümlesiyle sonlandırıyorum: “Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde
hesaplaşacağız.”
M Taha İnci
M Taha İnci
Yorumlar
Yorum Gönder