Toprağın bağrında yatan kültürümüz
Kendi kültürümüze yabancılaşmayı dilimizi kaybetmeye
başladığımızda yaşadık. Milletleri var edenin dil olduğunu bilmeyenimiz yoktur.
Dilimizi kaybettiğimizde şuurumuzu, şuurumuzu kaybettiğimizde ise özümüzü,
kültürümüzü ve hafızamızı kaybettik. Osmanlıca; Arapçanın, Farsçanın ve
Türkçenin karışımıyla kendine has bir dildir. İslâm ile bağlantıyı Osmanlıca
köprüsünden kurmuştur. Baktığımızda; İslâm kültürünün temelini oluşturan
eserlerin, genellikle tamamı Osmanlıcayla yazılmıştır. Sanatından, edebi
yazısına ve şiirine kadar hep böyle olmuştur.
Sahafları ve Beyazıt'ın etrafını dolaşıyordum. Kitab tamiri
yapan ve bizzat Osmanlıca kitablar bulunduran/satan bir kitabcıya girdim.
Osmanlıca kitablara bakıyor, onlara dokunuyor, hayranlıkla izliyordum. Daha
önce Osmanlı arşivinde görev almış bu dükkân sahibi olan amca ile oturup sohbet
ettim. Osmanlı arşivinde çalışırken şahit olduğu hatıralarından birini anlattı:
Arşive araştırma yapmak için gelen kişilerin yarısından fazlası Avrupa'dan
gelen kişilermiş. Ve uzun süren çalışmalar yapıp ülkelerine dönüyorlarmış. Bu
duruma hem şaşırdım hem de üzüldüm. Bizimkilerin kitab okumaktan imtina ettiği
bir zamanda, başka ülkelerden gelip kendi kültürümüzün kitablarını okumaya
çalışmaları üzücü ve çok acı! Hayır! Başka milletlerin bizim kitablarımızı
okumasını yanlış bulmuyorum; onlar kadar dahi okuyup araştırma yapmamaktan ve
hatta mirasımızı yok etmeye çalışmamızın teessürünü dile getiriyorum.
Aynı şekilde sahaflarda Osmanlıca İslam tarihi kitabına
bakarken fiyatının doksan TL olduğunu öğrendim. Tek ciltlik kitab fakat eski
olması değerini yükseltmiş. Parasal yönden sıkıntım olmasaydı doksan TlL'ye
acımaz alırdım. Osmanlıca kitabları, turistler tarafından çok alınıyor. Bir kaç
kez de buna şahit oldum. Bizim insanlarımızda kadim geleneğin kitablarına
rağbet yok. Modernitenin ürünü yeni âlimler eskiyi tenkid etme ve yerden yere
vurma yarışına girdiklerinden beridir ki elimize telefon, klavye ve kumandadan
başka bir şey değmiyor. Onların istedikleri oldu. Kına da yaksınlar ellerine!
Lakin koca bir medeniyetin, örfün, an'anenin bu kitablar arasında olduğunu
unutmasınlar. Dedelerimizden kalma eski yazma eserler, bir çeşme kitabesi, yana
yatmış mahzun mezar taşları, tarihi kitabeler, binlerce şerhler, muhtasarlar ve
yazma eserleri okuyamadğımız gibi, bu işin estetik tarafından da mahrum
kalıyoruz. Bugün, dedelerimizin güzide mirası, yabancı müze ve
koleksiyoncuların vitrinlerini süslüyor. Ne acı! Sanki bu miras, müzelere
konulması için bizlere emanet edilmiş.
Öyle bir duruma geldik ki, Osmanlıca bilmiş olsak dahî
okuduğumuzu anlayamıyor, algılayamıyoruz. Öyle görünüyor ki; birileri geliyor,
o kitabları alıyor ve gidiyor. Birgün bakıyorsunuz, tarihimizi, geçmişimizi,
ilmimizi onlardan öğrenir, onlardan alır duruma gelmişiz. Olmadı mı? Evet oldu
maalesef! Şimdi müsteşrik zihniyetli "Müslüman"ların avuçlarında
İslâm medeniyeti parçalanır olmaya başladı.
Harf inkilabından bahsettiğimde "neden o zaman Türkçe
konuşuyorsun, git Osmanlıca konuş" diye tepki veren şahsa; "Osmanlıca
konuşurum da senin gibi ahmaklar anlamaz" demiştim. Ortaokula giderken
Osmanlıca - Türkçe mevzuunu tartışıyorduk; o zamandan aklımda kalmıştı.
Arkadaşların çoğu "İyi ki Türkçe konuşuyoruz, Osmanlıcayı anlamazdık"
diye düşünüyor, dile getiriyorlardı. Olay "hayret Fransa'da küçük çocuklar
bile Fransızca konuşuyor" komikliğine dönüşüyor; fakat farkına
varılamıyordu. Sadece çocuklar mı? Hayır, öğretmenler öğretmenler öğretmenler.
O gün onlara şunu söylemiştim: "Evet iyi ki Türkçe, yoksa ne Fransızca ne
Almanca ne de İngilizce konuşabilirdik." Meseleye tersten, daha doğrusu
alıştırıldığımız yerden bakıyoruz. Türkçe'yi nasıl öğrendiysek, nasıl ilk
başlarda çat-pat okuma ve yazmayla ilerlettiysek, aynını Osmanlıcada da
yaşayacaktık. Ve işin komikliği ki, İnkılab tarihi kitablarında bile bu düşünce
yer alıyor: "Osmanlıca zordu o yüzden Latin harfler getirildi." Bu
komplekse yıllardır alıştırıldık ve kandırıldık. Mevzuun zorluk değil de işin
içinde başka şeyler olduğuna şahit oldu dedelerimiz/babalarımız... Zarifoğlu
geçmişimizdeki izleri şöyle dile getiriyor: "Sandıklarda. Dedemin nice
kitabları ahırın koyu rutubetini eme eme ufalandı sandıklarda. Din kitabları.
Kimilerinde bazı konular eksik ilmihal kitabları."
Allah-ü âlem nice Osmanlıca eserler toprak altına işkencelerden, zulümlerden,
cumhuriyetin despot baskı ve allahsızlığından gömüldü de; unutuldu, kayboldu,
imha oldu!
Cumhuriyetin din düşmanlığı hiç bitmedi, bu din düşmanlığını
CHP adı altında
yıllarca devam ettirdiler. Arapça ve Osmanlıca ne kadar
eser varsa yakılmış,
kitablarını vermek istemeyen yüzlerce Müslümana zulmedilmiş, kimileri bu
kitabları kurtarmak için bahçesine, tarlasına gömmüş. Hüseyin Öztürk'den
şunları okuyorum: "Kesekağıdı olmaktan kurtulamayan Kur'an-ı Kerim
sayfaları ise çok cüz'i fiyatlarla 'azınlık esnafa' satılmış, onlar da
sayfaları kesekağıdı yaparak, Müslüman halkın en çok alışveriş yaptığı
bölgelerde kullanılmasını sağlamıştır. CHP zulmünden kurtulmak ve ceza almamak
için köy, kasaba meydanlarında yakılan kitablarla bir medeniyetin külü göğe
savrulmuştur."
Gecenin üçünde
dedesi veya babası tarafından
kaldırılan bir çocuğun, mahmur gözlerle Kur'an-ı Kerim'i
ezberlemesi... Gizli bir şekilde bastırılan elif cüzlerinin
gizlice öğretilmesi... Evlatlarına Allah'ı anlatırken ve Kur'an'ı öğretirken yakalanıp lanet
İstiklal Mahkemelerinde yargılanan Müslümanlar... Sarığını cumhuriyetin
köleleri ve insafsızlarına vermedi diye böğrüne vurula vurula linç edilen dedem
ve dedelerimiz... Atıf Hoca ve arkadaşlarına yapılan muameleler ve idam. O
zulümlerden tevarüs eden 28 Şubat zalimlikleri ve yüzlerce Müslümanı
zindanlarda çürütmeler... Bu öyle bir rejim ki; Allah Rasulünün iftara davet
ettiği Atıf Hocaya "Atıf Hocayı elimde olsa on defa diriltir yirmi defa
asarım" diyen nasipsiz zihniyetleri üretmesi... Ve daha sayamadığım
kahbelikler ve Ermeni/Sırp/Yunan zalimlerinden daha fazla adileşen bu esfel-i
safilin'ler... Bunlar size bir şeyler anlatmıyor mu? İçinden koparılmış "o
şey"i, o bilemediğimiz, hala bulamadığımız "o şey"i aratmıyor
mu?
Ahmet
Ustaosmanoğlu'ndan dinlemiştim: "Mahmut
Efendi hazretleri ve bir kaç kişi ile bir köye yolumuz düşünce gübrelerin
arasından çıkarılan Kur'an ve ilmihal kitablarına şahit olduk. Gözlerdeki
hüzün: 'Yasak Hocam, yasak Hocam başka çare kalmadı' diye haykırıyordu!"
İnanmak zorunda bırakıldığımız her şey, gün geçtikçe
inandığımız doğrularımız(!) oldu. Dopdolu, geniş, anlamlı ve İslam kültürüyle
büyümüş medeniyetimiz; üç beş hainin ve domuzlar diktatöryalarının isteğiyle
sahipsiz, çaresiz, sessiz, algıları değiştirilmiş, yabancılaştırılmış, Batıcı
bir anlayışla küçülen bir toplum halini aldı. Neye hasret kaldığını şaşırmış
divaneler gibi neyi kaybettiğimizi bilmeden-farketmeden o bilinmeyene hasretiz.
Zarifoğlu deyimiyle "Bu iş toplumca şuur altından duyduğumuz özlemdir. O ayrılığın
verdiği sıkıntının çırpınışlarıdır."
İmam Şafi'yi, İmam Gazali'yi, Molla Cami'yi, Arabi'yi,
Mevlana'yı, Yunus'u şerhsiz okuyan, yazan, anlayabilen bir milletin devamıyız
fakat yeni neslin buna inanmaya ve anlamaya ihtiyacı yok. Çünkü zorla ve diktacı
bir sistemle inandırıldığı ideolojiye inanıyor, aynı şekilde o neslin devamı
olduğu halde o nesle hiç benzemiyor, benzemek istemiyor.
Gidişatın kötülüğünü farkedenler hayıflanmaktan yana
oluyorlar. Farkedemeyenler ise o hastalık içerisinde inandırıldığı üzere
inançlar dizmeye devam ediyor.
Var olan içler acısı örnekleri göstermek yaraya merhem
olmasa gerek fakat yaranın ne olduğunu göstermek de merhemin teşhisini
kolaylaştıracaktır.
Seyyid Hüseyin Nasır, "...Sonuç olarak bütün müesseselerimiz
yıkıldı. Şimdi dönüp Batı geleneği ile bina edilmiş modelleri
kullanmaya çalışıyoruz. Bunlar da her zaman işe yaramıyorlar; çünkü farklı bir
medeniyetin ürettiği kurumlar bunlar. Bizim ihtiyacımız olan sadece uyarlama
değil aynı zamanda orjinalite." diyerek kendi yeniliğimizi kadim anlayışla
yakalamamız gerektiğini söylüyor.
Cemil Meriç,
"Jurnal"de mâzimizi şöyle
dillendiriyor: "Bu milletin bütün kütübhanelerini
yaktılar. 1929'da ilk mektebi bitiren nesil
kendini bir çöl ortasında
buldu. Yeniden başladı
alfabeye ve ölünceye kadar alfabede kaldı. Sonraki nesiller hep aynı yokluk,
hep aynı sefalet içinde çırpındılar. 1929'da okuma-yazma bilenler 1930'da
analfabet durumuna düştüler. Ve kendilerine zorla kabul ettirilen, dili çelik
bir korse gibi, bir Çinlinin ayakkabısı gibi, ezip büzen bu yabancı harflere
hiçbir zaman ısınamadılar. Yeni nesiller ise on, on beş yılda şişirilen, sözde
milli, bir kütübhane buldular. Ama bu kitabların dili boyuna değişiyordu. Her
maskaralığı alkışlamaya zorlanan ve bu şakşakçılığı bir refleks, bir insiyak
gibi uzviyetine sindiren şamar oğlanı burjuvazi! Evde babasından duyduğu
Türkçeyi konuştu, okumaktan vazgeçti. Bu burjuvazi yabancı dil bilmez, kendi
dilini bilmez, ufuksuzdur, mâzisizdir, istikbalsizdir, bir cenin-i
sakıttır." (Jurnal - 140. Shf)
Harf devrimi sürecinde sadece Osmanlıca kitablar
yasaklanmıyor, Osmanlıca konuşmaya da izin verilmiyordu. Aynı durum üzerinde
sanatsal faaliyetlerin de önü tıkanmıştı. Hattatlara Arapça harfler yazılması
yasaklanmıştı. Hattat Hamid Aytaç Efendi, "O günlerde üç yüz elli hat
dükkanı kapatıldı" diyerek hüznünü dile getiriyordu. Medreselerde ise ilmi
çalışmalar durdurulmuştu.
"Dilini kaybeden Dinini de
kaybeder" sözünü şimdi daha iyi anlıyoruz. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, "Dil vatandır, vatana
da ihanet edenler çok vardır" diyerek lisanın aslında bizi ayakta
tuttuğunu, kültürümüzü genişleten bir şey olduğunu ve kaybedince farkına
vardığımızı söylüyor. Kavram kargaşasını en çok yaşayan ülkelerden biriyiz. Bir
ülkeyi yok etmenin, o ülkenin dilini yok etmekten başlandığını öğrendik.
Kargaşa bizi kelimenin yokluğuna sürerken, aynı zamanda kelime hazinemiz de
geriliyor. Az kelimeyle insan düşünemez. İnsanın ne kadar çok kelimesi varsa, o
kadar fazla düşünür. Dili, milletçe yerine yerleştiremeden hiç bir davayı
gerçekleştiremeyiz. Bir üniversite öğrencisi bile üç yüz kelime ile
konuşabiliyor. Aslında mevzuum, dil değildi, Osmanlıca kitablar üzerinden
sanata giriş yapmayı düşünüyordum lakin dil meselesinin de sanat anlayışımızı
engellediğini düşünerek, dil hakkında bir kaç örneklendirme ile sanat mevzuuna
geçeceğim.
Ali Fuat Başgil'in "Türkçe Meselesi" isimli
kitabında şöyle bir ibretlik hâdise anlatılmaktadır: "Eski Roma'nın şiddet
ve dehşetiyle meşhur olan hükümdarlarından Tiberius bir gün Roma âyânına yaptığı
bir hitâbede uydurma bir kelime kullanıyor. Yüksek otoritesini iyice göstermek
için olacak ki; kelimeyi bir iki defa üstüne basarak tekrarlıyor. Âyândan
(senatörlerden) Marcellus, hükümdârın sözünü keserek, memleket diline hürmet
etmesini ricâ ediyor. Derhâl efendisini müdafaaya atılan saray adamlarından
Capito diyor ki:
"Marcellus!.. Bahis mevzu ettiğin kelime tutalım ki;
memleket dilinden değildir. Fakat madem ki; Roma İmperiumu'nun şanlı sahibi
Sezar'ın ağzından çıkmıştır, artık memleketli olmuştur. Bilesin ki; Sezar her
şeyin üstünde ve her şeye kaadirdir."
Bunun üzerine Marcellus, şu ibretlik cevabı verir:
"Capito yalan söylüyor. Sezar!.. Sen dilediğin
insanlara Roma vatandaşlığı sıfatı verir, mevki ve rütbe ihsan edersin, fakat
memleket dilinden olmayan bir kelimeye Romalı olma hakkını veremezsin."
Dil, o vatandaşa ecdadın emanetidir. Marcellus dahî bir devlet
adamına, dilin önemini anlatmak için karşı çıkıyorsa, başının gitmesinden daha
önemli olduğunu vurguluyorsa; yeniden oturup düşünelim: Kaç tane Marcellus var!
Dilin yitirilmesi ile bakış açımız da değişti. Mirzabeyoğlu,
"Dil, mesele konuşarak yaşar" diyor. Sanatı ve fikri bizzat içinde
yaşayan milletimiz, onunla hemhal olmuş; aslında yaptığı her işi bir sanata
çevirmiştir. Yani estetik içerisinde bir estetik yaşam sürmüşlerdir. Bir şuur
içerisinde kendilerini ifade etmişlerdir. "İdeal bir birliktelik"
vardı ve bu birlikteliği düşmanlarıyla iyi şekilde ilerletebiliyordu. Osmanlı,
Batı'dan almak istediği kumaşı alıp kendi gömleğini dikerdi. Endülüs ve sair
ülkeler de böyle. Mütefekkir, "Şair, dilin imkanları içinde yeni bir dil
kurucusudur" diyerek şairlerin kelama marifetini terennüm ettirdiğini,
tılsımlı bir usta olduğunu belirtmiştir. Estetik idrak dil, din, sanat
içerisinde geniş bir yelpazedir. Bu estetikliği tasavvuf inceliği ile bağlamak
istiyorum:
Doç. Dr. Can Habib Türker "Tasavvufun İslam medeniyetinin
yüz akı olduğunu" söylerken sanattaki incelik meselesini şöyle
düşünüyorum: Tasavvuf bir incelik, bir feraset duygusu katıyor insana. Bu inceliğe şu hadiseyi misal göstereyim:
İslâm medeniyetini ayakta tutan tasavvuftur. Tasavvuf,
estetik algısıyla sanatın ve varoluşun içinde olup, yobaz ve modernist kafasına
da karşıdır. Tasavvuftan beslenen güçlü bir edebiyat, sanat ve insan ilgileri
İslâm anlayışını da geniş bir şekilde Müslümana hâkim kılmıştır.
Şimdi, Harici kafanın bedeviliğini miras alan selefiler bu
yobazlığı sürdürürken de tasavvufu da inkâr etmektedirler. Tasavvuf, İslâm’ın
kendisidir derken, "Tasavvuf İslam'ın içinde mi dışında mı?"
sorusunun da yanlış olduğunu göstermiş oluyorum.
Tasavvufu inkâr edenlere, önce kadim geleneğin ne olduğunu,
arkada büyük bir külliyatın, koca koca eserlerin, şerhlerin, muhtasarların
olduğunu ve bunların farkında olmalarını ve araştırmalarını öneririm. Bu dev
külliyatlar da tasavvuf ışığı altında gerçekleştiğini söyleyebilirim. Elbet
kadim geleneğin hurafelerine de karşı olup yeni anlayışlar içinde olmamız
gerektiğini de vurgulayayım.
O yüzden Selefi akımlar, harici kafasını yaşayanlar, bugün
bu gibi inceliklerden uzak. Şimdi hat yazısıyla, tezhib ile uğraşan bir tane
selefi bulabilir misiniz? Tasavvufsuzluk, insanı kabalaştırıyor. İnceliği,
topraksı duyguyu katan tasavvuf. İslam medeniyetini, medeniyet yapan
tasavvuftu. Sanatını en iyi şekilde yaşatan, o duyguyu veren tasavvuftu. Çünkü
"Takva sahibi olursanız Allah size öğretir" hadis-i şerif mucibince
tasavvuf takva olmayı gerektiriyordu. Sanatı bedahet içerisinde yaşamayanlar,
İbni Arabi'yi, Yunus'u Mevlana'yı anlayamazlar. Sanat zevk idrakinden doğar.
Sanatta hayret makamı vardır. Zevk yolu ve bilmeme yani (bedi) hayrete götürür.
Sanatta çirkin olan sûni güzelin de barınması mümkün değildir. Sanat
estetikliği, inceliği, yumuşaklığı, tutkuyu sever. Hamlık, kabalık, ruhsuzluk
sanatsızlığın eseridir. Düşünce de, dil de, yürümek de, farketmek de, anlamak
da, yazmak da, böyledir. İyi düşünebilmek, iyi yazmak da, iyi konuşmak da bir
sanattır.
Sanat maddî varlıktan manevi varlığa bir kapıdır. Maddeyi
soyutlar. Anderi Tarkovski, 1983'te psikiyatrist Brezna ile yaptığı mülakatta
şunları dile getirir: "Aklî ve mânevi ilgilerimiz, o kadar maddi
varlığımızın esiri ki, hiçbir zaman aklımıza bile gelmemesi gereken meselelerle
ilgileniyoruz." Bu konu üzerine vahimliğimizi yine S. Mirzabeyoğlu'nun şu
cümlesi çok net anlatıyor: "Meselelerin çözümü bir yana, daha nelerin
mesele olduğunu bile bilmeyen bir kültür vasatındayız."
Osmanlı tefekkür anlayışı içinde sanatını yaşadı. Mütefekkir
Salih Mirzabeyoğlu fikir hayatında estetik idraki başa alırken sanat ve anlayış
meselesinin yaşayışımızın her karesinde olması gerektiğinin farkındaydı. İlmin
başında sanat gelir. İbda (estetik idrak) olmadan hiç bir şekilde dilimizi de,
dinimizi de, kültürel anlayışımızı da tam anlamıyla kavrayamayacağız. O yüzden
Tarkovsk'inin dediği gibi: "Birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı.
Yapmamamızın bir önemi yok. O isteği beslemeliyiz."
Modern sürecin, makineleşmiş bir zamanın içinde, Batı'nın
salgısından kendimizi kurtarmaya bakmalıyız. İki taraflı bir ateş içinde
kalmaktan korumalıyız. Modernizm ve yobazlık. Ne Batı algısında kalıp maddeci
bir anlayışla ne de her yeni anlayışa karşı çıkarak kendi köhne yerinde kalan
yobaz... Geleneğe taparcasına kendini veren yobaz, kendi kutusu dışına
çıkamamaktadır. Hurafeler içinde geleneksele takılı kalan yobaz; soylu olan,
İslâmî algıyı yerine oturtacak olan "yeni"ye yani "ibda"ya
(estetik) da kökten karşı çıkmış oluyor. Böylece kadim anlayışı bir papağan
gibi tekrarlayarak ortaya hiçbir şey çıkaramıyor. Oryantalistlerin kendi
kültürümüzü alıp, istedikleri ve anladıkları şekilde değiştirip onlara enjekte
ettiği birikimle tamamen kadim geleneği inkar edip "yeniliği" de
reformdan ibaret görüyor modernist... Elbet ne yobaz kafalı ne de reformcu
Müslümanın durumunda olacağız. Bilakis sanat ve estetiği her alanımıza dahil
ederek; politikadan şiire, matematikten iktisada, müzikten edebiyata, köklü eserlere
kadar yaşayışımızın her karesine yerleştirerek... Öyle bir bediyyat idraki
içinde olmak ki; o bediyyat içerisinde zamanın ruhunu hakkın kaidelerine
uyarlayarak... Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu "İdeolocya ve İhtilal"
kitabında bedi şuurdan şöyle bahseder: "İslam yenilenmez, anlayış
yenilenir. Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik... 'Bir günü bir
gününe eş geçen aldanmıştır' hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve
yeniliğin sırrını getirmiştir."
Birlik olmak için ilk sanat şart. Kalıpları, resmi ideoloji
algılarını ve Batı kompleksini yıkmak için ilk sanat şart. Fetih için, büyük
devlet için ilk sanat şart. Şiir ve Sanat Hikemiyatı'nda sanat hakkında şu
notları sıralayabilirim:
-Fikrin kendini değil de düzenini ifade eden diyalektik ne
ise, bir duygu olan "güzel"in tertibini ifade eden estetik de odur...
Bu gözle estetik, bir dünyayı kavrayış biçimi ve metodtur...
-Biz "hakikatin hakikati" olarak İslâmı
gösterdiğimize göre, estetik'in ruhî bir fakülte olarak hakikatin ahlâka
bağlılığı, hem insan çabasının sebebi, hem de eserin mahiyeti bakımından,
Allah'ı arama peşindeki bir iç âlem düzeni şeklinde gayelilik belirtir...
-İnsanın çoğalması ve bütünlenme isteği de gösteriyor ki,
kendinde kendini aşma memuriyetindedir insan; her ân kendini oluşturanferdin
bütünle böylece kaynaşması için, sanat, vazgeçilmez bir araçtır... Sanat aynı
zamanda, insanın sayısız birleşme, değişik hayatları ve düşünceleri aksettirme
kabiliyetini yansıtır...
-Estetik, ruhiyatın bir yönünden başka birşey değildir.
Sanat faaliyeti, kendi âlet özellikleriyle ruhu anlayış edasıdır.
-"Sanat nedir?" diye soranlara Picasso'nun verdiği
cevabı aktaralım: "Sanat ne değildir ki?" diyor.
-Sanat, büyük mücerretpeşinde ebedi bir arama ve kalıptan
kaçınma işi...
-Estetik, insanın çevresinde yatan, insanın pratik
faaliyetinde meydana getirdiği ve hakikati aksettiren sanatta tesbit edilebilen
bütün estetik değerlerin zenginliğini araştıran bir ilimdir.
-Sanatın hemen her çeşidinde izlenmiş olan amaçlarıve ruhu
kavrayarak bir estetik haz alabilmek için; yalnız estetik eğitim değil, aynı
zamanda mücerret tefekküre kadar uzanan türlü ilimlerin kültürüyle bezenmiş bir
beyne ihtiyaç vardır.
-Reformasyon, "ahlâka evet, sanata hayır!" der.
-Estetik, güzelliklerin bilimidir, sanatların felsefesidir.
Bizdeki karşılığı olarak da hikemiyattır.
-Kelime, şiir ve sanatın saf malzemesidir; bu sanatın
kullanabileceği ve onun sayesinde ruha hitab edebilecek tek malzeme...
-Gerçek sanat, kökünü çağından alır, fakat sadece çağının
yansıması ve aynası değildir.
Bu mezkur meseleleri bir araya toparlarsak; dil, kültür ve
sanat adı altında yine bu kapalı kapıları açıp "estetik bahsi en başa
alarak" yeniden yenileyebiliriz kültürümüzü. Toprağı yeniden
parmaklarımızla kavrayabiliriz. İncelmek, o ruhu diriltmek, o ruhla bütünü
kavramak için...
Ben Zarifoğlu'nun şu kelamıyla yazımı sonlandırayım:
"Sayarsak daha da var. Güneş yok olmuş değil. Sadece önü kapalı."
Aylık Dergisi 114. Sayı, Mart 2014
M Taha İnci
M Taha İnci
Yorumlar
Yorum Gönder