Tasavvuf Bâtın İlmidir Alınmaz Verilir
Tasavvuf, lügatta, ıstılahi manada, “Kalbi dünyanın fâni
işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak” olarak geçer.
Tasavvufun içinde, tefekkür, fikir, incelik, feraset,
rahatlık, ruh, şuur, genişlik, kaybolmak, beklemek, estetik, bedî idrak... gibi
manaları da bulabiliriz.
Tasavvufu, “Tasavvufun Tarihçesi”, “Tasavvufun Başlangıcı”
gibi Cemalettin Vatandaş tarzı kompleksli başlıklar atıp wikipedi formatında
yazmayacağım. Tasavvufun tarihi gibi absürt bir düşünceye girerek “Hindistan'da
falan filan yerde çıkmıştır” gibi klişe cümleler de etmeyeceğim. Tasavvufun bir
hâl ilmi olması hasebiyle, anlatmaktan öte, onun nasıl bir yüzeyde durduğunu
kendimin içinde bulunduğum his ve durum vesilesiyle anlatacağım.
Tasavvuf konusunda kelam eden veya yazı yazan âlimler her
zaman şunu dile getirmiştir; “Tasavvuf bâtın ilmidir”.
Tasavvufu bâtın ilmi olarak telakki ederiz. Nefsi terbiye
yolunda sana verilen hâl makamıdır. Bu hâl ise takva yolundan geçer, iradeyi
kırmaktan geçer. Tasavvufu bir “vücut bahsi” olarak da görmek bunu daha iyi
anlamamızı kolaylaştıracaktır. Nitekim Mütefekkir Mirzabeyoğlu tasavvuf
bahsinde şunları ifadelendiriyor:
Zahir ilimlerinin özü, tefsir hadis, fıkıhtır. Bunların özü
de tasavvuf... Tasavvufun özü ise vücut bahsidir. Derler ki, bütün tecelli
mertebelerinde vücut birdir ve o vücut kendi ilmî suretleriyle zâhire
çıkmıştır. Bu bahis gayet nazik ve dakiktir. Buna akıl ve hayâl ile girişmek
küfürdür. Zira bu âlemde köpek ve domuz gibi hayvanlarla türlü necaset ve sefil
şeyler vardır. Vücudu bunlara kadar şümullendirmek, kabahat ve şenaatlerin en
büyüğü olur. Onları ayırmak ve müstesna tutmak ise ölçüyü bozar. O halde?..
Hâcegan taifesinin bağlılarına düşen vazife, bütün bu akıl keşmekeşlerini bir
tarafa bırakmak, bâtın tasfiye ve teskiyesine çalışmaktır. Bâtın nuranileşip
ruh aynası safa kazanınca hakikat ona tecelli eder. O zaman vücut hakikatinin
ne olduğu anlaşılır ve bu hakikat kelâm kalıplarına dökülemez. [1]
Tasavvuf nazarî bilgiler değil insanın anlayış mesabesinde
ortaya çıkan bir durumdur. Elbette bu hâlin bu olduğunu söyleyerek de tamamen
bir boşluğa bırakmıyoruz tasavvuf kavramını. “Cahil sofi” tabiri de zaten
burada oluşuyor. Zahir ilimleri bilmeden bâtın ilmin etrafında dolaşan insan,
ya sapıklaşabiliyor ya da tamamen bilmediği hâller üzerinden konuşabiliyor. Bu
durum ilmin tuğyanında da gözüküyor. Bâtın yönü olmayan âlimlerin zamanla
sapkınlığa düştüğüne de şahit oluyoruz. Tamamen zahir ilmi ağır basıp bâtın
yönü yoksa veya aşağıda kalıyorsa, bu durumu görmek mümkün oluyor. Bu yüzden
“Fıkh-ı Zahir” ile “Fıkh-ı Bâtın” vasat durumda olmalıdır.
Tasavvuf anlayışı modernizmin çarkında nedense hep bir
“bidat” veya “din dışı” olarak lanse ediliyor. Tasavvufu “İslam dininde var mı
yok mu?” diyerek görenler; mevzuya ya sadece -kalbe inmeden- mantık üzerinden
bakıyorlar ya da estetik ve incelik anlayışından mahrum oldukları için kaba
bakıyorlar. Ben bu durumu hem sanatsızlığa hem de kültürümüz üzerinde oynanan
oyunlara bağlıyorum. Tasavvuf, sanatı olgunlaştırır. Sanatta ortaya çıkan
incelik, tasavvufun inceliğinden kaynaklanıyor. Buna, misali Salih
Mirzabeyoğlu'nun Elif kitabında resim üzerindeki bahsinden vereceğim: “Müslüman
ressamlar karanlık resmetmediler. Onların resimlerinde her şey aydınlık ve
renklidir. Parlak bir güneş, sanki bütün bir kâğıdın sathını kaplar. Orada
hayatı tehdit eden hayaletler gibi resmin üzerine çökmüş siyah gölgeler yer
almaz. Onların resmi, parlak ve aydınlık renk tonlarının resmidir. Yine bu,
özellikle batılılar için ona çok yabancı olan farklı bir tutumu gösterir.
Karanlık ve karanlık sevgisi, tipik pagan özellikleridir. Karanlığın, ferdî
ümitsizliğin Müslüman şuurunda yeri yoktur.”
Görüldüğü üzere Müslüman topluluklarda karanlığa,
ümitsizliğe hiç yer verilmiyordu. Minyatürden, hat sanatına, tezhibden resme
kadar hep bir dizayn, usül ve ibda anlayışı hasıl olmuştur ve hep tasavvuf
kokan bir anlayış üzerinden oluşmuştur.
Tasavvufu yok sayan insanlardaki sanatsızlık da apaçık
kendini gösteriyor. Tasavvufu inkâr edenler yukarıda bahsettiğim inceliklerden
de mahrum. Mimar Sinan'ın eserlerinde, yapıtlarında olgunluk vardı. Yani
tasavvuf inceliği ile yoğrulmuştu. Bu yüzden estetik yapıları isyan kokmuyordu.
Sinan, gökdelen dikmesini bilmiyor muydu? Ama isyana dokunmadı. Sanat dikliğe
gitmez, genişliğe doğru gider. Su gibidir sadece akar. Tasavvuf da dik değil
yana doğru evrilir. Bu yüzden, sanat da tasavvuf gibi aşağı akar.
İbda idrakini ve sanat anlayışını yukarıdaki resim bahsiyle
misallendirirken aklıma gelmişti; bazılarının saçma sapan ideolojileri o
millete sadece bayraklarının rengi olan üç rengi kullandırıyordu. Ne garip!
Çocuklar, gençler, ihtiyarlar sadece üç renk kullanıyordu. Ve birkaç asırdır
bizlere uygulanan renksizliği varın siz düşünün! “Dinde yeri yok” diyerek,
sinemadan müziğe ve resme kadar hepsinden yoksun bırakıldık. Sonra baktık,
tasavvufu İran anlatıyor sinemalarında. İran'da üzerinde durulan tasavvuf,
sadece sinemalarında çok iyi anlatıldığı için bizdeki gibi karmaşıklığa sebeb
olmadı. Baba Aziz'i bilirsiniz! O film sadece tasavvufu değil, “hâl”leri de
gösteriyor. İçine kattıkları saçmalıkları (hurafeleri) kenara bırakarak
söylüyorum ki bu gibi filmleri yine en iyi onlar çekiyor. Amerikan sineması
ruhu tahrip ederken, İran sineması ruha tasavvuf inceliği, estetik şuur veriyor.
(Tabî verdikleri estetikten ne kadar faydalanıyorlar, orası ortada!) İran
filmini tavsiye ettiğim arkadaş “Bunda aksiyon yok” diyor. Arkadaşımın aksiyon
anlayışı Amerikan filmlerindeki arabaların havaya uçması, adamın binadan yere
atlaması... gibi! Hâlbuki en iyi aksiyon İran sinemasında... Majid Majidi üç
saat bir ayakkabıyı arattırıyor filmde. Yavaş ilerliyor ama anlamlı ilerliyor
film. Sakindir ama derindir. Mesele, İran sineması değil; bunun üzerinden
tasavvufi inceliğin neden bizde olmaması. Tasavvuf bir aksiyondur. Fakat
tasavvufu bunun tersi olarak addederler. Çünkü sende buna ait hiç bir hâl
olmamıştır.
Meselenin akılla değil tamamen ruh bütünüyle geliştiğini,
hakikatin derin manada bu bütünde buluştuğunu anlayabiliyoruz. Bu yüzden takva,
zühd ve ihlas, besinidir ruhun. Her an bir muhasebe halinde, her an ölecekmiş
gibi bir ibadet anlayışı içerisinde bulunarak...
Allah Rasulü döneminde gazadan dönen ashabına, “Hayırlı bir
gelişle küçük cihaddan büyük cihada geldiniz” buyurmuş, Sahabe “Büyük cihad
nedir?” diye sorunca, Allah Rasulü: “Kulun nefsiyle mücadelesidir” diye
buyurmuştur. Şu meseleye parantez açmam gerekiyor: Tasavvufu nefisle cihad
diyerek, zalimle olan cihadı geri plana atmıyoruz. Zaten zalimle cihad için
nefisle cihad edilmesi gerektiğini söylüyorum.
Mütefekkir “Tasavvufun özü ise vücut bahsidir” diyor. Ruhun
beden üzerinden mertebe geliştirerek -nefsi boş işlerden arındırıp Allah'ta
fâni olarak- tefekkür âlemi içinde Allah'ı bulmak… Yani kendini bulmak…
Cüneyd-i Bağdadi Tasavvufu şöyle tarif eder: Bütün varlık
ile alakayı kesip, Allah ile beraber olmaktır.”
Bugün menkıbeler, tasavvuf hikâyeleri, insanlara masal gibi
uydurma geliyor. Şimdi Yunus'un gökten sofra indirdiğine kim inanıyor ki?
Ben dervişim diyene, bir ün edesim gelir
Seğirdüben sesine, varıp yetesim gelir.
Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne, evler yapasım gelir.
Altında gayya vardır, içi nar ile pürdür
Varuben ol gölgede, biraz yatasım gelir.
O da gölgedir deyu, ta'n eylemen hocalar
Hatırınız hoş olsun, biraz yanasım gelir.
Ben günahımca yanam, rahmet suyunda yunam
İki kanat takınam, biraz uçasım gelir.
Andan Cennete varam, Cennette huriler görem
Huri gılmanı, bir bir koşasım gelir.
Derviş Yunus bu sözü, eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla kasım gelir.
Yunus'un bu şiirini sadece Molla Kasım mı eleştirmişti.
Şimdi bu şiiri duyan, Yunus'un naz makamında olduğunu söyleyebilir mi? Allah
ile öyle bir dostluk kurmuş ki, ona naz yapıyor. Mana âleminde sıratta evler
kuruyor, gayyada bir köşede yatıyor.
Ruhu kaybetmişlere en güzel misali “İslama Muhatap Anlayış”
kitabında Mütefekkir Mirzabeyoğlu, “Şeriat ve Tasavvuf” bahsinde veriyor:
“…İslâm’ın bâtın yönü davası anlaşılmadan, Allah Resûlü’nün
niçin baş ve son olduğu, topyekûn zaman ve mekânın sahibi bulunduğu, İslâmî bir
zaman anlayışı, tabiî ki tefekkür, giderek tarih anlayışı ve hürriyet davası,
kader sırrı, amel mükellefiyeti anlaşılamaz.
Görülmüyor mu ki, İslâmın derinlik buudunu reddeden akıl,
idrak, izân ve vicdan yoksulu budalalar bir nevi İslâmı reddeden
İslâmcılardır!.. Ruhsuz ruhçular!.. Ve, maddeciliğini ruhî çaba hakikatine
borçlu mankafa maddecilerin hiç olmazsa nisbî tutarlılıklarına karşılık,
bunlarda hiçbir şey yok!..
‘Bedahet’ davasından anlamadan ‘şekil’ ve ‘ruh’, ‘kaal’ ve
‘hâl’, ‘muhteva’ ve ‘form’ ilgisini tınmadan, ‘ilham’ sırrını reddetmenin
‘vahy’i de red neticesine çıkacağını görmeden ve hâl keyfiyeti olmazsa, Allah
Resûlüyle her hangi bir adam arasında hiçbir fark kalmayacağı basit
muhakemesinden acizken, İslâmın derinlik buudunu reddeden ahmak kollar ve
yollar… Ve bu kafa yapısıyla ‘kaynak’tan hüküm çıkarıcı hayâsız ‘meâlci’ler!..”
Görüldüğü gibi Mütefekkir, Tasavvuf inkârcılarının hakikatte
ne büyük tahrip yaptıklarını ve bu gibi durumların “Kur’an’a gelin”, “Kur’an’la
inanış”, “Yalnız Kur’an hakikati” gibi kuru kafa yapısıyla ortaya çıkmış,
ayetlerin derinliğine nüfuz edememiş, idrak zevkine erememiş, kaba tahlil, kaba
ruh ile hüküm kesmeye çalışan nasipsizleri dile getiriyor.
Bu nedenle tefekkür, tasavvufa götüren birinci adımdır.
Tasavvufda tefekkür, mâlâyani şeylerden arındırır; “his”si meydana çıkarır, tüm
şübhelerden azat eder. Mütefekkir:
“Tefekkür, şübheye düşmeden ve kalbi başka şeylerle meşgul
etmeden, elde edilmek istenen bir bilgi için iki ilmin arasını birleştirmektir.
Şayet kalb, bu iki bilgiyi hazırlamak ve birleştirilen o iki ilimde hissetme
niteliğini kaybedecek derecede son derece dikkat kesilir ve âdi şeyden
kıymetliye intikal ederse, buna “tefekkür” denir.
Tefekkür, şübhede, tereddütte ve kalbden giderilmesi gereken hastalıkların tedavisinde vâcibtir; şarttır” [2] diyerek tefekkürün tasavvuf yolunda şübheyi de giderdiğini dile getiriyor.
Tasavvufun sadece mana anlamından bahsetmeye çalıştım
âcizane. Gelecek yazımda rabıtadan, birkaç çeşit rabıtanın olduğundan,
mutasavvıfların tasavvuf konusundaki sözlerinden, yüzlerce şeyhin savaşa,
müritleriyle iştirak ettiğinden ve tasavvuf mevzuunda bazı meselelerden
bahsedeceğim.
Kaynak:
1.(S. Mirzabeyoğlu – İbda Diyalektiği shf:93)
2.(Salih Mirzabeyoğlu – İman ve Tefekkür)
Aylık Dergisi, Eylül 2014
M. Taha İnci
Yorumlar
Yorum Gönder