Prize Bağlı Yaşıyoruz
Ellerimizden düşmeyen
cep telefonları, tabletler, evimizin odalarını dolduran teknolojik aletler
artık yaşamımızın
vazgeçilmezi halini aldı. Şimdi telefonsuz,
bilgisayarsız bir gün durabilen çok az. Başımız
sürekli telefona eğilmiş
vaziyette. Evet, prize bağlı yaşıyoruz.
Prizin yanına ihtişam kurmuş gibi
yayıldığımız
bu hayat bizi dapdaracık bir alana hapsediyor. Sosyal olayım derken asosyal
olarak bir ömür gidiyoruz. Akıllı telefonlar çıktığından
beridir ki ne aklımızı ne kalbimizi kullanıyoruz. Kendimizi bu aletlerin eline
bıraktık. Aynı şekilde sanal medya ve sanal
âlem de bizi kendi içine çekti. Orada düşünüyor
orada yatıp kalkıyoruz. Kendimizi burada idame ettirmeye çalışıyoruz.
Gerçek dünyadan ayrılışımızın,
yani ölmeden yaşayışımızın
faturasını ağır ödüyoruz. Sanal alemlerde kendi rezilliğimizi
had safhalara taşıdık bile. Kimileri yediği
yemeği,
kimileri ölmek üzere olan dedesini, kimileri ailesini. Yatak odalarına
çevirmeyi başardık bu sanal alemi. İnsan
neden evinin odalarını, annesinin babasının fotoğraflarını
paylaşma
ihtiyacı hisseder ki? Bu kadar mı zihin problemi yaşıyoruz?
Bu kadar mı kişilik bozukluğu yaşıyoruz?
Evet, olay bu kadarla da değil;
bir de hata yapanları aforoz edercesine hatta yerden yere vururcasına
hakaretlerle, küfürlerle sosyal medyayı sallayıp duruyorlar.
Mahmut Efendi Hazretleri’nin Çeçenistan’a gidip gitmeyeceği
konusunda 15 yaşından 50 yaşına
kadar herkes yorum yaptı. Birileri astı, birileri kesti, birileri biçti. Ağzı
olan herkes konuştu. Afedersiniz ama veli
bırakmadılar bu âleme. Bizim millete veli yakışmıyor.
Yakışmıyoruz
yani. Onlar bu çağın adamı değiller!
Mesele bu değil aslında. Fikrimizi söyleyeceğiz
diye nice şeyleri paramparça ettiğimizi
de hesaba katmalıyız. Bir insanı kolay harcıyoruz. Çok kolay. Kolay, çünkü kolay yaptığımız
her şeyi
yine kolay kaybediyoruz.
Sosyal paylaşımlardan
birinde “Acaba ben ölsem sosyal hesaplarım ne olur” cümlesiyle karşılaşmıştım.
Çok etkilendim. Ölmüşüz ve hesabımızın ne olduğunu
düşünüyoruz.
Bir düşünelim:
Arasat meydanında, o kızgın güneşin beş arşın
ensemize indiği bir anda sosyal hesaplarının ne olduğunu
düşünen
binlerce kişinin var olduğunu…
Evet, zaten kıyamet kopsa “Kıyamet kopuyor” güncellemesini göreceğime
eminim. Geçenlerde ntvmsnbc’nin haberinde “Öldüğünüzde
hesabınıza ne oluyor” haberiyle karşılaşınca
anladım ki bu iş çok büyük bir iş.
Ölmüşsek
zaten, Ahiret hesabını düşünmemiz gerekirken sanal
hesapların derdine düşmüşüz.
“Farkedememe” hastalığı
sanal alemin beraberinde insanın üzerine oturdu. Tabiatı, rüzgarı, ağacı,
yeşili,
ruhu, kalbi fark edemediğimiz gibi insanı da fark
etmemeye başladık, hem de sanal alemdeki o kadar kalabalık
insan arasında. Yolda giderken sana çarpan, otobüste yanında otururken
baldırları senin üzerine taşan, selam verince duymayan,
yüzüne gülünce somurtan nice sanal alemin uyutulmuş
insanlarıyla karşılaşıyoruz.
Zombileşme
durumunu fazlasıyla yaşadığımız
kesin.
Binlerce takipçisi olan arkadaşa,
bunu nasıl başardığını
sorduğumda,
“Sabahtan akşama kadar hatta gece yarılarına kadar paylaşım
yaptığını,
malzeme çıkacak yerleri takip ettiğini
ve başından
ayrılmaması gerektiğini” söyledi. Şaşırdım.
Dedim: Senin kitap okumaya da zamanın yoktur kesin.” Komaya girmiş
arkadaşım.
Buraya getiremedim, orada kaldı. Tam orada. Çünkü insanlar onu bekliyordu.
Gerçekten bekliyor muydu? Evet, bekliyordu. İstemeseler
de bekliyordu!
Geçenlerde Facebook çökmüştü. İlk
bir boşluk
yaşadım.
Sonra buna hafiften alıştım ve sırtımı yasladım koltuğuma.
Facebook açıldığında onlarca kişinin
“İyi ki
kapandı”, “Nefes aldık yahu”, “Hiç açılmayaydı iyiydi” gibi paylaşımlarını
gördüm. İsmet
Özel “Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön”
derken aklımıza dönmek gelmiyor değil.
Çok da romantik olmaya gerek yok fakat şunu
da gözden kaçırmamak gerek muhabbet azaldı, insanlar yabancılaştı.
Yazar bir abimizden şunları dinlemiştim:
“Sırf kafam ve kalbim karışmasın diye gazete okumuyorum, fazla gündemi takip
etmiyorum. Ne yazacaksam önce yaşamaya
gidiyorum, sonra yazıyorum.” Şimdi herkes karışık
kafayla, dolu kafayla düşünüyor, konuşuyor,
yazıyor. Yani bahardan bahsediyoruz ama bir çiçeğe su
vermiyoruz. Oksijenden bahsediyoruz sayfalarca ama pencereyi açmak aklımıza
bile gelmiyor.
M. Taha İnci - Aylık Dergisi, Haziran 2014
Yorumlar
Yorum Gönder